Sadrettin Yüksel (Molla Sadreddin Efendi olarak da tanılır), 1920 yılında Konya’da doğmuştur. Ailesinin soyu Bitlis’in Haydaran aşiretine dayanır. Bitlis’in işgal kuvvetleri tarafından saldırıya uğradığı yıllarda ailesi Konya’ya kaçmak zorunda kalmış ve o da burada dünyaya gelmiştir.
Henüz çocuk denecek yaşlarda medrese İslam ilmi konularında eğitim almaya başlamıştır. Memurluğa ilk olarak Siirt müftülüğünde başlamış aynı zamanda ilk eseri olan İşârâtu’l-Î’câz tefsirini kaleme almıştır.
Siirt müftülüğündeki görevine bir süre devam ettikten sonra istifa etmiş ve Bitlis’e yerleşerek burada dersler vermeye başlamış, 1958 yılında oğlu Metin Yüksel doğmuştur. Metin Yüksel’de daha sonra ilk ilmi eğitimlerini babasından almış, kendisinin ışığından gitmiş ve İslam alimlerinden birisi olmuştur.
1964 senesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bizzat Kuran’ı Türkçeye çevirmek suretiyle görevlendirildi ancak elinde olmayan sebeplerle vazifesini tamamlayamadan yarım bırakmak zorunda kaldı. 2 yıl sonra İsmail Ağa dergahında Kuran dersleri ve İslam ilimlerinde öğrenci yetiştirmek için İstanbul’a yerleşti. 1968 yılından itibaren 7 yıl boyunca vaizlik görevi yaptı.
Sadrettin Yüksel Kişiliği ve İlmi Bilgileri
Sadrettin Yüksel Hoca, Osmanlı zamanında şeyhülislamlık yapmış hocalar kadar alim ve ilim irfan sahibi bir kişilikti ve aynı zamanda küçük yaşta almış olduğu eğitimler sayesinde Arapçayı ve Farsçayı iyi bilir ve çok sayıda öğrenciye dersler vermiştir. Keskin zekâsı sayesinde okuduğu kitapları sayfa sayfa ezberinde tutabiliyor ve hepsini hatırlıyordu. Dönemin büyük alimlerinden olan Said-i Nursi’ye karşı sıcak duygular beslemiştir. Said-i Nursi için bir konuşmasında sarf ettiği “devrin imanından ziyade, asrı saatin imanının temsilcisidir” sözlerinden de anlaşılabileceği gibi, kendisine derin bir saygı besler.
Sadrettin Hoca’nın kişiliği için söylenecek en doğru söz, ehl-i sünnet bir veli olduğu ve hayatını ilim ile uğraşarak geçirmiş olduğudur. Vaazlarını mezhep ayrımı yapmaksızın ortak fıkıhlar çerçevesinde vermiş, hayatı boyunca mevki kaygısı gözetmeksizin kendini İslam dinine adadı. Kendisine ders verenler arasında Nakşibendi tarikatı mürşidlerinin yer almasından ötürü tasavvufa karşı sıcak bakmıştır.